Bir zamanlar doğayı dinleyen bir varlıktı insan. Açlığını bilirdi, korkusunu da, sınırını da. Doğayla birlikte yaşar, onun ritmine ayak uydururdu. Fakat bir yerde, bir dönemeçte insan doğasını terk etti. Toprağı şekillendirdiği gibi kendini de şekillendirmeye başladı. Kendi benliğini bir nesneye, bir projeye dönüştürdü. Ve o günden sonra artık doğanın değil, toplumun çocuğuydu.
İnsan doğayı kendisine uydurmakla yetinmedi; toplumu da kendi kurgusuna göre inşa etti. Bu inşa sürecinde ortaya çıkan şey, özgürlük değil, bastırılmışlık oldu. İşte tam burada, “utanma” duygusu sahneye çıktı. Utanmak artık doğal bir sınır değil, toplumsal bir kontrol aracına dönüştü. Ayıp, günah, norm… Bütün bu kavramlar insanın içgüdülerine set çekmek için inşa edildi. Ne var ki, bu sınırlar insana ait olanı korumak için değil, bastırmak için konuldu.
Utanma, bir zamanlar insanı kendine döndüren bir aynaydı. Şimdi ise başkalarının bakışıyla biçimlendirilmiş bir maskeye dönüştü. Modern insan utanmıyor çünkü artık kimse gerçekten “görmüyor.” Her şeyin sergilenebildiği bir dünyada, utanmanın yeri kalmadı. Peki, bu utanmazlık özgürlük müdür, yoksa insanlığın çözülüşü mü?
Bugün yaşadığımız yapaylık tam da buradan geliyor. Ahlakımız dışardan öğretilmiş, duygularımız şekillendirilmiş, ilişkilerimiz yönlendirilmiş. Oysa doğada böyle bir ahlak yoktur. Orada iyilik, kendini var etme biçimidir. Ne bir ceza korkusu vardır, ne bir sevap beklentisi. Doğal ahlak, yaşamla uyumlu olmak demektir; yapay olan ise yaşamı kontrol etmeye çalışmakla ilgilidir.
Belki de insanlığın bugünkü bunalımı, kendini kendisiyle zorla uyumlu kılma çabasının bir sonucudur. İnsanın kendi kurduğu toplumda, kendi doğasından utanması, aslında varoluşsal bir çelişkidir. Bu çelişki çözülmedikçe, insan ne kadar ilerlerse ilerlesin, bir o kadar da kendinden uzaklaşacaktır.
İnsanı yeniden insan yapan, belki de yeniden utanmayı öğrenmesi değil; ne zaman ve neye karşı utanması gerektiğini yeniden keşfetmesidir. Ama bu kez, dışın değil, iç’in bir sesi olarak.