İnsan, gerçeğin peşinde olduğunu söyler. Ama çoğu zaman onunla değil, kendi yarattığı anlamlarla yaşar. Gerçeği arar gibi görünür, ama aslında gerçeği taşıyamayacağını bildiği için onu kendi kurgularıyla örter. Çünkü gerçek, var olamayacak kadar asildir.
Ne zaman bir şeyi “bu gerçektir” diye tanımlasak, onu sınırlandırmış oluruz. Gerçek, tanımlandığı anda eksilir. Oysa asaleti olan hiçbir şey, eksilmeye razı olmaz. Gerçek, o yüzden saklanır. Kendini göstermez. Bu dünyaya karışmayı reddeder çünkü buraya karışmak, lekelenmek demektir.
İnsan, bu yoklukla yaşayamaz. Gerçeğin sessizliğine dayanamaz. Boşluğu doldurmak zorundadır. İşte bu yüzden tanrılar icat eder, sistemler kurar, inançlar inşa eder. Sonra da bu yapay gerçekliklerin içinde yaşamaya başlar — sanki onlar gerçekten varmış gibi.
Ve böylece insan, varolmayan bir gerçekliği gerçek olarak yaşayan tek varlık haline gelir.
Hayvanlar dünyayı doğrudan yaşar. Ne görürlerse odur. Ama insan, olmayanı da yaşar. Olmamış şeyleri düşünür, hissetmediği şeylere bağlanır, yalnızca hayal ettiği şeyler uğruna acı çeker.
Bu benzersiz yetenek, onu yüceleştirir ama aynı zamanda trajedisini de hazırlar. Çünkü gerçeğin yerine geçen kurgular, bir süre sonra hakikatin kendisi sanılır. Oysa bu, bir yanılsamadır. İnsan, kendi yalanını gerçek gibi yaşar ve bu yüzden acı çeker.
Gerçek asildir. Çünkü hiçbir yere ait değildir. Ne bir inanca, ne bir fikre, ne bir sisteme indirgenebilir. Onu ancak dolaylı olarak hissedebiliriz: bir suskunlukta, bir bakışta, bir vazgeçişte.
Ve belki de asıl bilgelik, gerçeği sahip olmak değil, onu kirletmeden uzaktan seyredebilmektir.