“Beni anlamıyorsun.”
Gündelik ilişkilerin en tanıdık cümlelerinden biri.
Kimi zaman öfkeyle, kimi zaman kırgınlıkla, kimi zaman da içe gömülen bir sessizlikle söylenir.
Ama bu cümle, sadece bir iletişim şikayeti değil, insanlığın içinden çıkamadığı varoluşsal bir çığlıktır.
İnsan neden bu kadar anlaşılmak ister?
Anlaşılmak bu kadar önemliyse, neden anlaşıldığımızda bile “beni anlamıyorsun” demekten vazgeçmeyiz?
Aslında mesele şu:
Beni anlaman, senin zihinsel kapasitenle ilgili değil.
Benim, senin anladığını kabul edip etmemenle ilgili.
Yani anlamak değil, anlaşıldığına inanmak esas sorun.
Burada zihin felsefesi devreye girer. Çünkü başka bir zihni gerçekten anlayabilmek, felsefi olarak daima tartışmalıdır.
Hiçbir zihin bir diğerine doğrudan erişemez.
Her anlayış, bir yorumdur.
Ve yorumlar, ne kadar niyet taşısa da eksiktir.
Bu yüzden karşımızdakini ne kadar dikkatle dinlersek dinleyelim, o yine de “beni anlamıyorsun” diyebilir.
Çünkü mesele kelimelerde değil, duygulardadır.
“Beni anlamıyorsun” dediğimizde çoğu zaman asıl kastettiğimiz şey şudur:
“Beni yargılamadan kabul etmiyorsun.”
Yani aslında anlaşılmak değil, onaylanmak isteriz.
Bu da anlaşılmak kavramına aşırı anlam yüklenmesine neden olur.
Günümüz kültürü de bu takıntıyı büyütür.
Her birey bir anlatıya dönüşür.
Herkes görünmek, anlaşılmak, duyulmak ister.
Ama kimse anlamak için sabır göstermez.
Sonuçta herkes “beni anlamıyorsun” derken, kimse “ben seni anladım mı” diye sormaz.
Ve işin tuhafı şudur:
Anlaşılmak, gerçek anlamda mümkün olsa bile, kişi bunu kabul etmeyebilir.
Çünkü anlaşılmak artık bir iletişim meselesi değil, bir kimlik savunması halini almıştır.
Bazen sorunun kendisi anlaşılmamak değil, anlaşılamama ihtimaline karşı duyulan korkudur.
Ve bu korku bizi yalnız bırakır.
Anlaşılmak istiyoruz çünkü yalnız kalmak istemiyoruz.
Ama kimse bizi tam olarak anlayamaz, çünkü biz bile kendimizi tam olarak anlayamıyoruz.
Yine de bu çelişkiye rağmen, belki de en insani cümle hâlâ “beni anlamiyorsun”