Tanrı’nın varlığı, çoğu zaman fiziksel ya da bilimsel bir problem gibi ele alınsa da, esasında insanın onu algılama biçimiyle doğrudan ilişkilidir. Tanrı kavramı, insan zihninin algısal sınırları ve anlamlandırma ihtiyacının bir ürünüdür.
İnanç, doğası gereği hem Tanrı’nın varlığını hem de yokluğunu içerisinde barındırmak zorundadır. Çünkü Tanrı, temelde belirsizlik üzerine inşa edilmiş tümel bir kavramdır. Bu durum, onun varlığını ispat etmeye çalışmanın aynı zamanda yokluğunu da ispat etmeye götürebileceğini gösterir. İnanç açısından bakıldığında, Tanrı ya her şey olmalıdır ya da hiçbir şey. İkisinin birden mümkün olması, inancın doğasına aykırıdır.
Tertullianus’un ünlü “Saçma olduğu için inanıyorum” sözü tam da bu gerilimi ifade eder. İnanmak, aklın ve mantığın sınırlarının sona erdiği yerde başlar. Bu nedenle inanç, mantık dışı olmakla birlikte saçmalıkla da iç içedir. Mantığın ötesinde bir yerde, tamamen mantıklı bir inanç sistemi var edilemez. Mantık dışı bir alanda mantıkla açıklama çabası ise sadece daha fazla belirsizlik doğurur.
Tanrı fikri, insanın belirsizlik karşısında geliştirdiği bir algı ve inanç biçimidir. Onu anlamaya çalışmak, kaçınılmaz olarak mantığın sınırlarına çarpar. İnanç, tam da bu sınırlarda, belirsizlik ve saçmalıkla yoğrularak var olur. Bu nedenle Tanrı’yı, rasyonel aklın dar kalıplarıyla kavramaya çalışmak, inancın özündeki belirsizliği ortadan kaldırmaz, aksine derinleştirir.